25 Ekim 2010 Pazartesi

"Sosyal Medya"

TRT-Haber'de "Sosyal Medya" isimli bir program yayinlaniyor. Programi Aksam Gazetesi yazari Nagehan Alci hazirlayip, sunuyor. Her hafta programa davet ettigi farkli konuklariyla Alci, facebook, twitter, eksisozluk, friendsfeed, bloglar gibi sosyal medya araclariyla Sosyal Medyayi yine bu araclarin interaktif kullanimi ile ele aliyor.

Bu hafta Nazli Ilicak ve akampus davetliydi. Sosyal medya o kadar sosyal hayatimizi domine eder hale geldi ki (aslinda sadece sosyal hayatimizi mi?) bunun farkindaligini saglayacak bu programi da merak edip izledim. (daha dogrusu bir yandan yazarken, kulagim bu programdaydi, 'izlemek' yanlis kelime oldu.)
Acikcasi icerik olarak cok doyurucu ve ilgi cekici buldugumu pek soyleyemem, hem konuklar hem de sunucunun genel olarak twitter uzerinden gelen sorulari yanitladiklari, tabiri caizse biraz fazla sohbet havasinda gecen bir program, sosyolojik ve akademik olarak pek bir agirligi yok. Bununla birlikte konsept olarak dogru bir yerde duruyor program, s
adece icerik olarak biraz daha farklilasmaya gidilmesinde fayda olacagini dusunuyorum. En azindan her hafta izleyici kitlesini ekrana baglamak istiyorlarsa. (burada TV izleyicilerinden bahsediyorum, twittercilari kastetmiyorum, onlar nasil olsa twitleri ile yalniz birakmayacaklardir:))

Gelelim sosyal medyaya..


Ben, gunumuzde cokca yapilageldigi uzere, sosyal medya araclarinin bagimlilik ve olasi zararlarini tartismaktan ziyade, bizi gercek sosyal hayattan uzaklastiracak sekilde 'asosyal' hale getirmesine izin vermedigimiz muddetce, onu kendi avantajimiza ve gelisimimize uygun nasil kullanabiliriz uzerine dusunmemiz geregine inaniyorum. Hayat o kadar hizli degisiyor ki, gelismelere direnip kapilarimizi kapatmak yerine, filtreleme yolu ile kendimizi en iyi ifade edebilecegimiz mecra ve araclari verimli sekilde kullanmayi secmek daha mantikli olacaktir.

Ennihayetinde sevgili blogum da bu gelisim ve degisimin bir parcasi:) Her ne kadar su an icin onu tanitma gibi bir derdim olmasa, ve hatta narsistce gelebilir ama aslinda sadece kendim icin yaziyor olsam da, yine de bir sekilde, irili ufakli da olsa, tarihe not dusuyor olmak guzel:)

Bol post'lu, twit'li, status'lu gunler dilerim ;)

Bu Elma Ailesini seviyorum:)

Teknolojiye uzak biri olmasam da cok yakin bir takipcisi oldugum da kesinlikle soylenemez. Ornegin Apple I-Pad'den yeni haberim oldu:)

Hakkinda netten ufak bir arastirma yaptim, ve kesinlikle cok hosuma gitti bu I-Pad. Ozellikle de ise gidip gelirken laptopunu da yaninda tasimak zorunda olanlar icin netbook yerine tercih edilebilecek sirin otesi bir alternatif gibi geldi bana.

Apple dahisi Steve Jobs, Apple I-Pad'in browsing, email, resim, video, oyun, muzik ve e-book uygulamalari icin bilhassa gelistirildigini iletiyor.


Her ne kadar online oyunlara merakim olmasa da, I-Pad'in direksiyon olarak kullanilabilmesi ozelliginin online araba yarislarini merkalilari icin cok eglenceli hale getirecegi muhakkak.


Fiyatina gelecek olursak:) Farkli sitelerden farkli fiyatlar bulmak mumkun ama oratalama 1.300 TL civari diyebiliriz. ABD'ye yakin zamanda gidecek olan bir tanidiginiz varsa, ona siparis vermenizde fayda olacaktir. Zira Amerika'dan $500'a temin etmek mumkun. (16 GB)

Gorseller http://www.iphoneturkey.biz sitesinden alinmistir. Apple ile ilgili tum merak ettiklerinizle ilgili bu blogu da takip edebilirsiniz.

Ne diyelim, tez zamanda yazilarimi I-Pad'imden yazabilmek temennisiyle diyelim. Evet, tam olarak boyle diyelim;)

24 Ekim 2010 Pazar

Don Quixote'ye kim Alonso Quixano olduğunu söyledi?

Küçükken Don Quixote'yi, nam-ı Türkçe Don Kişot'u, okumayanımız yoktur. Hani şu aklını Şövalyelikle bozmuş meczup Alonso'nun yel değirmenleriyle savaştığı hikayesi.


Don Quixote, benim de her daim favorilerimden olmuştur, hem edebi eser olarak hem de karakterin ta kendisi olarak. Benim için Don Quixote, naif yürekli, ince düşünceli bir beyefendinin gri hayata karşı rengarenk hayalleriyle karşı koyma mücadelesidir.

Kimseye bir zararı dokunmadıktan sonra gerçeğe ayan beyan aymanın çok da bir faydası olduğunu kim iddia edebilir ki? Bırakalım 50'sine merdiven dayamış yaşlı mezcup Alonso Quixano, La Mancha'lı cesur şovalye Don Quixote olsun. Kendi gibi yaşlı sütçü beygiri asil Rosinante, cahil bir köylü olan Sancho Panza Don Quixote'nin uşağı, hiçbir şeyden haberi olmayan köylü kızı Aldonza Lorenzo da bırakalım Toboso'lu asil ve güzeller güzeli Dulcinea olsun. Kime ne zararı var sanki?

Şebnem Ferah'ın Değirmenler şarkısında da söylediği gibi:

"Belki de en güzeli böyle" hakikaten..

Kırmızı bir Haftasonu..

Ablam yeni evine taşınalı 2 hafta oluyor, ben daha ancak evine misafir oldum. Dün iş çıkışı metrobüsle Yenibosna'ya gittim. Oradan Kültür Üniversitesi'nin önünden ablamla eniştem arabayla aldılar beni. Eve geçmeden önce biraz Airport AVM'de takıldık. Anadolu yakasında oturan biri olarak her daim favorim Capitol, bazen de Nautilus olmuştur. Avrupa yakasında AVM'ye gidecek olduğumda da yakınlığı hasebiyle Cevahir'i tercih ediyorum. Maslak'ta çalıştığım dönemde Metrocity'yi de severdim, buraya uzun bir süredir gitmiyorum o ayrı.

Artık bir ayağımız da Avrupa yakasında olacağı için, bu yakadaki alışveriş merkezlerini de yakın zamanda tanıyacakmışız gibi duruyor. Özellikle uzak ilçelerdeki AVMlerin en güzel yanı ise şüphesiz buralardaki mağazaların genelde outlet mağaza olmaları:) Airport AVM de bu anlamda fena değil, ama yemek katlarını daha geliştirmeleri gerekiyor, ekseriyetle fast food yiyebileceğiniz yerler var zira.

Ablamla yemek yemeden önce biraz mağazaları dolaştık. Bu sonbahar için ne zamandır kırmızı bir trenchcoat almak istiyordum, ilk girdiğimiz LCW'de tam bu isteğimi ablama da söylemiştim ki arkamı dönmemle ablamın elinde kırmızı bir trenchcoatu bana gösterdiğini gördüm:) Ne yazık ki uygun beden bulamadığım için alamadım ama bugün yarın başka bir LCW'ye vakit kaybetmeden ve istediğim beden oralarda da tükenmeden gitmem lazım, Kasım ayı kırmızısız geçmesin:)

Siz de benim gibi misiniz bilmiyorum ama benim alışverişte en sevdiğim şey ihtiyacım olan şeyi, bulmak niyetiyle gitmeden, beklemediğim bir anda karşımda görüp almaktır:) (bulma niyetiyle gidip bulunca da itirazım olmaz tabii, yeter ki çok dolanmak zorunda kalmayım;P) Dün de alışverişin bu güzel yüzü ile karşılaştım, ve uzun bir zamandır almayı aklıma koyduğum siyah pabuçlarımı ennihayetinde aldım:) Derimod'un sayfasında bulabilseydim, modeli buraya da koyacaktım, ama ne yazık ki göremedim. Bu arada Derimod'un deri ceket değişim kampanyası da halen sürüyor. Artık giymediğiniz bir deri ceketiniz varsa 200 TL'ye değiştirip, beğendiğiniz yeni bir model deri cekete sahip olabilirsiniz. Kendi taba rengi deri ceketim için beğendiğim bir model bulabilirsem ben düşünüyorum, bakalım.


Dün alışverişten eve dönünce, film gecesi yaptık. Vampir-kurt adamlı filmleri seviyorsanız, 2003 yapımı, Len Wiseman imzalı Underworld'u (Karanlıklar Ülkesi) kesinlikle tavsiye ederim. Filmin başrollerinde Selene rolünde Kate Beckinsale'i, Michael Corvin rolünde de Scott Speedman'i izleyebilirsiniz. Benim favorimse Lucian rolündeki Michael Sheen. Twilight'i dahi izlememiş biri olarak ben bu filmi çok beğendim. İzlediğimiz 3lü serinin ilk filmiydi. En yakın zamanda serinin devamini da izlemeyi planlıyorum.

Bu sabah dünün yorgunluğundan olsa gerek saat 11.30'da hazır kahvaltıya uyandım:) Ablamın kırmızı detaylarla süslü kırmızı mutfağındaki kahvaltıdan sonra,


müzik eşliğinde o almanca, ben arapça çalıştık biraz:) -Bugün Halkalı'dan Fatih'e erken saatte gitmeye üşendiğim için arapça kursumu asmıştım da:P-


Sonrasında ise mis gibi Türk kahvelerimiz geldi. Bu arada Türk kahvesini gün geçtikçe daha bir zevkle içiyorum. Kendime de şaşırıyorum:) ama galiba tadını artık daha çok seviyorum.



Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim, ablamın yeni evini pek bi beğendim, hele de salonunun bir köşesinde kıvrılmış uyuyan kediciklerini gördükten sonra:))


:)

23 Ekim 2010 Cumartesi

Yigit Ozgur'un kaleminden..

Hepimiz biraz Yekteran degil miyiz? Ya da degilsek bile ucundan kiyisindan olalim bence:)

21 Ekim 2010 Perşembe

bir Atli Karinca, bir Dergah, bir Kule ve bir fincan kopuklu Turk Kahvesi

Cogu insana itici ve antipatik geliyor da olabilir, ama benim ve aslinda universiteden tum ev arkadaslari olarak, ozel bir yeri vardir Istiklal'in bizde. Biraz da bu yuzden ne zaman bulusacak olsak, o gunlerin hatrina belki de, hep Istiklal Caddesi olur bulusma noktamiz. Yeri kararlastirmadan bile oraya gidecegimizi biliriz:)

Gectigimiz Cumartesi gunu universiteden arkadasim Elif'le bulustugumuzda da yine Istiklal'de bulduk kendimizi. Normalde hep Odakule'ye dogru tembel adimlarla yurur, oradan U donusu yaparak meydana yollanirdik. Bu sefer, sohbete fena dalmis olacagiz ki tramvayin saga kivrildigi yolun sonuna kadar yurumus bulunduk. Yol ayrimina geldigimiz zaman da neden buradan daha ileriye gitmedigimizi merak ettik. Oyle ya kalabalik yolun soluna dogru akmaya devam ediyordu, hava guzeldi, vakit hayli erkendi, ve topuksuz ayakkabilarimizla biz hic yorulmus hissetmiyorduk.

Zannedersem bu cadde Galip Dede Caddesi olarak geciyor. Cadde boyunca yanyana ve karsi karsiya siralanmis incik boncukcular, muzik aletleri dukkanlari, cami ve mescitler, Galata Mevlevihanesi ve tabii ki Kuledibi ve Galata Kulesi.

Iste, sonunda bizi bir surprizin bekledigi bu caddedeki gezintimizden geriye kalanlar:

Sokagin hemen sag basindaki dukkanin icine ilk defa girdim. Ufacik tefecik ama nereye baksaniz sizi tebessum ettiren rengarenk bir dukkandi burasi. Adi Karinca. Farkli tasarimcilar tarafindan tasarlanan ve gunluk yasantimizin rutin detaylarini bile eglenceli ve farkli kilacak urunler satiliyor. Ozel tasarim urunleri oldugundan fiyatlari biraz yuksek gelebilir ama kesinlikle takdire sayan bir konsepti oldugu ve ayrica standart hediyelerden usanmis olanlarin da derdine deva olacagi muhakkak.

Kitap Destegi Rain Parade Semsiye

Magichat Pecetelik Nana Rende


Bu dukkanin biraz asagisinda Sahkulu Camii Serifi'nde ikindi
ezani okunmaya basladiginda bir yanindan turistlerin akip gittigi
sokakta cemaat coktan camiye yonelmisti bile. Hos bir girisi olan Sahkulu Cami Serifi de sokaktaki diger her sey gibi ufacik tefecik sevimli bir sakini Galip Dede Caddesinin.



Caminin biraz asagisinda halen tadilatta olan Galata Mevlevihanesi'ni kapisindan iceri soyle bir goz atmakla yetinmek durumunda kaliyoruz. Tadilati biter bitmez burada Sema izlemeyi de 'su hayatta yapilmasi gerekenler' listeme ekleyip yolumuza devam ediyoruz. (Yeri gelmisken itiraf etmeden gecemeyecegim:) Benim gibi dusunmus olanlar var midir bilmiyorum ama ben onceden Galata Mevlevihanesi'nin Galata Kulesinin ust kati oldugunu, semaya yakin izlenen bir Sema'nin insani daha da bir etkileyecegini dusunurdum:) Yine de hos olurdu vesselam:))


Simdi, yazinin basinda bahsettigim surprizin ne zaman gelecegini merak ediyor olabilirsiniz:) Sokagin sonuna dogru yol ayrimina geldigimizde geri donmek uzere tam hareketlenmistik ki
basimi saga cevirmemle karsima dikiliverdi Galata Kulesi. (ya da daha dogrusu ben, bu yillanmis kulenin onune dikiliverdim) Oysa ki Galata Mevlevihanesi'nin onunden henuz gecmistik, yandaki dukkanlarin isimlerinde de Kuledibi gecmeye baslamisti, oyle de bu ikisinin birlesimi olan Galata Kulesi'ni yine de boyle apansiz karsimda gormeyi hic mi hic beklemiyordum:) Bir gun Fatih'ten Eminonu'ne giden bir otobuste dar bir yokusun basinda 'Galata Kulesi'ne gider' tabelasini gordugumden beri Galata Kulesi'ni Fatih ile Eminonu arasinda konumlandirmistim beynimde. Daha once bircok defalar gittigimiz Istiklal'e bu kadar yakin oldugu aklimin ucundan dahi gecmemisti. Anlayacaginiz Istanbulluyum demek de kolay degil oyle:)

Yakin gecmisteki yazilarimi okuduysaniz Galata Kulesi'nin bendeki yerini az cok tahmin etmissinizdir. Bu karsilasmanin benim icin hos bir surpriz olmasi biraz da bu yuzden. Tesbihte hata olmasin, Beyazid-i Bestami ustadin "aramakla bulunmaz, ama bulanlar hep arayanlardi" dusturunun nacizane gunluk hayata uyarlanmis hali idi sanki o anda benim icin bu kule.

Elif'le kuleye gitmedik ama hemen dibindeki Ceneviz Cafe'den bir Turk kahvesi icmeden de gitmek hem bu gune, hem kuleye hem de bu beklenmedik karsilasmaya haksizlik olurdu. Sedirlerle dosenmis bu acik hava kahvehanesindeki bol kopuklu Turk kahvesinden icmenizi kesinlikle tavsiye ederim. Sogutmadan icip bitirdigim nadir Turk kahvelerinden oldugunu soylemeden gecmeyim:)


Basligimda da yazdim ya boylesine bir gundu bu gun iste: bir Atli Karinca, bir Dergah, bir Kule ve bir fincan kopuklu Turk Kahvesinden mutesekkil...

13 Ekim 2010 Çarşamba

Üç Yoldaş..

Susmak yoldaşı olmalı Sabrın..

Susmadan sabra koyulabilir mi hiç insan?

Değil mi ki bülbül sabredemez de deyiverir âşkını güle, belirlenen zamandan evvel, daha ne gül kendi maşukluğunu ne de bülbülün âşıklığını idrak edememişken.

Susmanın ağırlığı ile ağır aksak devam ederken yürek yoluna; Sabır, bir dua olur, ta ulaşır Arş-u Alâya..

Susmak hem cesaret işi, zannedilmesin ki korkaklık..Her babayiğidin harcı değil bu yüzden. Hep dillerden taşıp dökülenler alkışlanagelir de yüreklerden taşıp, dilde mühürlenenler fark edilmez. Bilinmez ne derin sözler saklıdır bu sessiz gazellerde. Bir Bilmeyi Bildiren, Bilmeyi Olduran bilir; bir de O bildirirse, bilmesi arzu edilen.

Susmak Sabrın yoldaşı..Olmaz ilki olmadan diğeri, ve dahi saklı selamet ilkinde.

Dil sustukça, göz konuşur. Yürek yandıkça, üstüne gözlerden su serpilir. Gözler dil ile gönül arasında mekik dokur da, deyiverir gönlün söylemek için yanıp tutuştuğunu ve dilin söyleyemediğini.

Susmak yoldaşı da Sabrın, yalnız değiller bu yolda; Özlem yanlarında bir üçüncü. Susmak yol aldıkça, Özlem de yol alır; Susmak ne denli büyürse Özlemde bir o kadar büyür. Yalnız bırakmaz Sabırla bir türlü başbaşa.

İşte, aslında Susmaktan sebep değildir Âşığın ızdırabı, Özlemdir yolları çetrefilli kılan.

Birbirinin zehri ve panzehri iki yoldaş..

Özlem olmasaydı Susmak bu denli ağır olmazdı da, yine de Özlem olmasaydı Sabrın anlamı kalır mıydı hiç?


Yön yön sarılmışım ne yana baksam;
Sarılan olur da saran olmaz mı?
Kim bu yüzü çizen sanatkar ressam;
Geçip de aynaya,soran olmaz mı?

Bir parçacığım ben,bütüne hasret;
Zaman döne dursun,o güne hasret;
Ruhumsa zamanın üstüne hasret;
Ebediyet boyu bir an... Olmaz mı?
(NFK)

10 Ekim 2010 Pazar

Black&White..

Sardı mı tam sarıyor işte insan:) Duvar stickerlarından sonra hayali ev konseptimde nostaljik karakterli odalar için aşağıdaki tablolar pek bi hoş durur sanki...


*Bu tablolar ve daha pek çokları için http://www.e-tablo.com/

Duvarlar boş kalmasın:)

Ev dekorasyon dergilerine ve yapı marketlerinin dekorasyon kataloglarına bakmayı çok seviyorum. Ev dekorasyonuna dair uzun zamandır aklımda olan bir uygulama ise duvar stickerları. Hem evinize modern ve farklı bir hava katmak, hem de her odanıza ayrı bir karakter kazandırmak istiyorsanız, duvarlarınıza, ve hatta duşakabin, buzdolabı gibi yüzeylere, bu birbirinden kreatif ve şık stickerları uygulamayı düşünebilirsiniz. Görünen o ki, ben kesinlikle düşüneceğim:)

8 Ekim 2010 Cuma

micro aşk hikayesi:)

Dün sabah İstinyePark'a giderken, yolda bir anda karşımda belirince 'işte bu' dedim, ilk görüşte aşk gibi bir şeydi zannedersem:) Benim olsun istedim o an, benim olmalı dedim. Ne yapıp edip elde etmeliyim dedim. İlk defa böyle bir şey başıma geldiğinden içimde hem garip bir heyecan, biraz şaşkınlık, bir de en afillisinden bir mutluluk beliriverdi. O gözlerimin önünden geçip giderken, ben utanmadan arkasından baktım. Zaman durmuşken, trafik durmadığından hayat da ennihayetinde devam etti. Ama şimdi ne istediğimi biliyorum:) Neyse ki sonra resmine denk geldim *sigh* :)

Hallelujah..Hallelujah..

Hallelujah İbranice kökenli bir kelime, Hristiyanlıkta şükür ifadesi için kullanılıyor. Bizdeki Elhamdulillah lafzına denk bir anlamı var. Tam olarak "Praise Jehovah -the Lord-" olarak tercüme edilmekte.

Dini bir anlamı olan bu terim doğal olarak en fazla Hristiyan ilahilerinde sıklıkla kullanılmakta, bizse daha çok şarkılardan duyagelmişizdir:) Bu terimin geçtiği şarkılara şöyle bir göz attığınızda, sayının hatırı sayılır olduğunu göreceksiniz. Hem kendi anlamında hem de mecazi olarak söz yazarları tarafından oldukça popüler bir terim olduğu söylenebilir bu durumda.
Hallelujah denince akla ilk gelen şarkıcılardan biri de Jeff Buckley.

Buckley'in henüz 31 yaşında ve kariyerinin zirvesindeyken trajik bir ölümü var: Aslen Californialı olan Buckley yeni album çalışmaları için Memphis, Tennessee'ye gider. (Memphis aynı zamanda Elvis Presley'in evinin olduğu Graceland'i de barındırır sınırlarında.) Bir arkadaşı ile birlikte Mississipi Nehri kıyısına giderler. Buckley sonrasında Led Zeppelin'in Whole Lotta Love şarkısını söyleyerek kıyafetleri ile nehre girer..ve bu şarkı Buckley'in söylediği son şarkı olur. Buckley'in cesedi bir hafta sonra kıyıya vurur.

Buckley'in dinlerken insanı dinlendiren bu şarkısını her dinlediğinizde farkında bile olmadan nakaratlarında Hallelujah dediğinizin farkına varıyorsunuz. Hangi dilde olursa olsun hamd etmek güzel:)


*Biyografik bilgiler http://tr.wikipedia.org'den alınmıştır.

7 Ekim 2010 Perşembe

Endülüs'ün Süsü ve Bir Gerdanlık..

Bugün daha önce dinlemediğim, duymadığım bir edebi tür ile karşılaştım: Muwashah..Arapça kelime anlamı olarak "süslenmiş" anlamına geliyormuş. Arap edebiyatının bir uzantısı olan Endülüs edebiyatının, bilhassa da Endülüs şiirinin önemli bir tarzı Muwashah, ya da Türkçe'ye girdiği hali ile Muvaşşah..A.Yaşar Koçak* bu tarz üzerine kaleme aldığı yazısında "Muvaşşaha çoğunlukla beste ile okunmak için yazılırdı. Kasidede olduğu gibi bunlarda da medih, ağıt, övünmü, aşk v.b. gibi konular terennüm edilir" diye ifade eder.

Sözlü ya da enstrümental versiyonları mevcut, ve bu zamana kadar birçok farklı sanatçı tarafından icra edilmiş. Aşağıda benim en çok beğendiğim bir sözlü ve bir de enstrümental versiyonlarını bulabilirsiniz:

Sözlü versiyonu için:
by Bustan Abraham

Enstrümental versiyonu için:
by Adnan Karaduman

2006 yılında Endülüs'e gittiğimde bu şehrin garip büyüsüne kapılanlar kervanına ben de katılmıştım. O kadar aşina gelen ve aynı zamanda o kadar masallarda kalan bir yanı var ki Endülüs'ün..Üzerine yazılmış ne kadar yazı, söylenmiş ne kadar söz, dillerden dökülmüş ne kadar ezgi varsa, sırf Endülüs üzerine oldukları için efsunlu hale gelmiş sanki. Sanatı Endülüs'ü süslemiş, Endülüs sanatını taçlandırmış. Muwashah da bu süslerin şahı olmuş adeta. Dinleyince siz de hak vereceksiniz.

"Güvercin Gerdanlığı" (Tavku'l-Hamame fi'l-ülfe ve'l-ullaf)

Genelde muwashahlar aşk ve tasvir üzerine söylenegelmiş. Bustan Abraham grubunun söylediği Muwashah'ın sözlerini bulamadığım için, bu muwashah'ın ne üzerine olduğundan emin değilim. Ama dert etmedim sözleri bulamayınca, belki bir parça sevinmiş bile olabilirim:) Zira müziği sözlerini anlamadığımız bir dilde dinlemenin de ayrı bir büyüsü var; öyle ki bazen anlamını öğrendiğimizde hayal kırıklığına bile uğrarız. Bu yüzden bu muwashah size dinlediğiniz anda ne hissettiriyorsa, konusu varsın o olsun.

Bu arada yukarıdaki resmi merak edenler için not olarak düşeyim: Resme denk geldiğim ve yazı sonunda linkini bulabileceğiniz blogdan öğrendiğim üzere "Klasik İslam Edebiyatında, güvercinlerin boynunu çevreleyen halka biçimindeki tüyler –güvercin gerdanlığı-, boyna geçen ve sonsuza kadar kalan ‘aşk zinciri’ sembolü olarak kabul edilmiş ve Arap edebiyatında birçok şair tarafından kullanılmış."** Bu resim, kendisi de Endülüs'lü olan İbn Hazm'ın ünlü eseri Güvercin Gerdanlığı: Sevgiye ve Sevenlere Dair adlı kitabından uyarlanmış bir resim. Kendisi aşkı simgeleyegelmiş bir şehrin bağrından çıkan bir üstad yine aşk üzerine bir eser yazıyor. Değil mi ki bu eser de Endülüs'ün büyüsüne bulanmış, süsünden nasiplenmiş, bu durumda kulak vermek de bize düşüyor..

Muwashah ile başladığım yazımı Güvercin Gerdanlığı ile bitirmiş oldum. Hesapta olmayan bir birarada oluş oldu bu, ama çok yakıştılar birbirlerine sanki:)

6 Ekim 2010 Çarşamba

Orhan Veli'nin nesi var?

ANLATAMIYORUM
Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.

(Orhan Veli Kanık)

Orhan Veli denince ilk akla gelen şiirlerdendir Anlatamıyorum. Çoğumuz belki de ezberden okuruz bu şiiri de kaçımız Orhan Veli'nin gerçekte neyi anlatamadığını düşünmüştür acaba? Bir derdi var belli şairin, belki de tek kelime ile ifade edilebilecek bir dert. Şair anlatamıyorum diyor ama biz de anlamıyor muyuz acaba?

Biraz önce Nazan Bekiroğlu'nun Zaman Gazetesi'ndeki köşe yazılarına göz atıyordum. 6 Haziran 2010 tarihli yazısı başlığından mütevellit dikkatimi çekti. Yazarın mezun olan öğrencileri üzerine kaleme almış olduğu bir mezuniyet yazısı esasında. Benim ilgimi çeken ve hafif bir tebessümle yazıyı bitirmeme vesile olan kısım ise, yazarın sonda anlattığı anektod. Bazen içinde bulunduğumuzu hissettiğimiz muammaların çok basit ve tek kelime cevapları olabiliyor. Muammayı anlayınca da çözüme ulaşmaya bir adım yaklaşıyorsunuz. Bu yüzden hissiyatı ve düşünceleri meşgul eden durumlara bir isim koyabilmek önemli. Nazan Bekiroğlu'nun öğrencisi de tam da bunu yapmış. Bunu yaparken de az kelime ile nasıl çok şey nasıl anlatılır onu göstermiş. Buyrun burdan bakın:)

"Her yıl bir "Mezuniyet Yazısı" yazmayı alışkanlık haline getirdiğim söylenebilir belki. Başka türlüsü mümkün değil, mazur görün lütfen. Üstelik şu sevimli hikâye olmasa da bu yazıyı yazacaktım. Ama tebessüm olsun, onunla bitireyim:

"Sen de o gemidesin" telmihli onca "mumdan gemi ateş denizi üzerinde" yüzerken, bu kez taş ırmağına camdan gemiler düşerken final kâğıtlarını okuyorum. Orhan Veli'nin Anlatamıyorum'unu vermişim, düğümü, gelip malûm dizeler üzerine dizmişim: Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel/ Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu/ Bu derde düşmeden önce. Ve sormuşum: "Şair, şarkıların bu kadar güzel kelimelerinse kifayetsiz olduğunu neden daha evvel değil de şimdi fark etmektedir?" Hayret! Sınıfın onca parıltılı öğrencisi teknik meseleler üzerinde oyalanıp asıl cevabı şaşarken, tekrarın tekrarlısı bir kâğıda takılıyor gözlerim. Bir şeyler karaladıktan sonra cevabı bir çırpıda veriyor bizimki:

"Her ne kadar şair 'Anlatamıyorum' dese de ben anladım hocam. Şair âşık".

Yâ Rabbi! Böyle kâğıtları okudukça ben daha nasıl eskirim? Enes, sen çok yaşa e mi!"

(http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=992235)

4 Ekim 2010 Pazartesi

Kitabin son sayfasi..

Gectigimiz hafta basladigim ve cok severek okudugum Nazan Bekiroglu'nun Yusuf ile Zuleyha'si bugun bitti. Kitabi 2 defa Fatih'e gidip gelirken yolda bitirdim desem yeridir:) Bu hikaye bircok insanin algiladigi uzere salt bir askin hikayesi kesinlikle degil, aslina bakilirsa o cihetten bakildiginda bile modern zamanlarin ask algisindan fersah fersah uzakta bir ask kavrami var. Ama askin da otesinde beni bu kitapta en cok etkileyen sey aslinda sabir ve duanin gucu ve mucizesi..Tipki Zuleyha'nin kitabin sonunda Rabbine duasinda dile getirdigi gibi:

"Sen ki bana Yusuf'umu; bana, onu asmayi basardigim yerde suretimi ve gencligimi ve guzelligimi geri verdin...Bu, duanin mucizesi. Bir gun bu hikayeyi yazacak olanlar, bu mucizenin, ben mucizeye inandigim icin gerceklestigini yazmayi unutmasinlar."

Allah, peygamberlerinden sonra gelen garip kullarina tevekkul'u mucize olarak gondermis. Rabbim bu mucizeye inanmada daim eylesin hepimizi..

Bir sonraki kitabimi da yakinda sitemde gorebileceksiniz:) O zamana kadar bol cumleli gunler dilerim size..

Horoz Sekerleri Hic Bitmeyen Cocuklara Ithafen..

Pazar gunu cok sevdigim bir arkadasimin kardesinin nikahi icin teyzemle Bahcelievler Nikah Dairesine gittik. Nikah cikisinda enistem gelip bizi alana kadar, teyzemle biraz oyalandik. Nikah salonunun tam karsisinda yer alan Meshur Karadeniz Pidecisi'nde karadeniz pidesi, Bolulu Hasan Usta'da profiterol ve son durak olarak da Koska'da tatli dunyasina dalis seklinde seyreden bu oyalanma cok da iyi geldi hem teyzeme hem bana:)

Koska magazalarinda oldum olasi dolanmayi, alisveris yapmayi sevmisimdir. Insan adeta nostaljik bir yolculuga cikiyor, cocukluguna donuyor gibi hissediyor:) Koska'daki favorilerim rengarenk kucuk kova, bot ve el arabalari icinde sergilenen meyve sakizlari, kese ya da hazine kutusu icinde cil cil cikolata paralar, rengarenk akide sekerleri, kagit helvalar, tabii ki horoz sekerleri ve bu son gidisimde dikkatimi ceken ve cocuklar icin super bir hediye olan envai cesit seker aksesuarli oyuncak bebek ve arabalar..Insanin kendini kaybedip hepsini alasi geliyor:) Ben kendimi dizginleyip yukaridakilerle yetindim.

Tabii simdi 'horoz sekeri' demisken Cahit Sitki'nin o guzelim 'Cocukluk' siirini anmadan gecmek olmaz:) Affan Dede'ye selam olsun..

Affan dedeye para saydım,
Sattı bana çocukluğumu.
Artık ne yaşım var ne de adım;
Bilmiyorum kim olduğumu.
Hiç bir şey sorulmasın benden;
Haberim yok olan bitenden.
Bu bahar havası, bu bahçe;
Havuzda su şırıl şırıldır.
Uçurtmam bulutlardan yüce,
Zıpzıplarım pırıl pırıldır.
Ne güzel dönüyor çemberim;
Hiç bitmese horoz şekerim!

Horoz sekerlerinizin hic bitmemesi temennisiyle..
:)

Not: Pazar gunu nikah nedeniyle, gitmeyi planladigim IDW Tasarim sergisine gitme firsatim olmadi ne yazik ki. Umarim sizler gidebilmissinizdir. Artik bir sonraki sergide bulusmak uzere ins..

3 Ekim 2010 Pazar

Barry Schwartz on the Paradox of Choice

TedTalks sitesindeki videolara goz atarken, blogumun adi ile de birebir alakali bir konusma gorunce ilgimi cekti. Barry Schwartz'in secim yapmanin paradoksu uzerine yapmis oldugu oldukca eglenceli bir konusma. Schwartz konusmasinda, modern dunya insaninin kesinlikle artik dogrulugunu sorgulama ihtiyaci dahi hissetmedigi bir donguyu sorguluyor. Dongumuz su: 'Refah (tatmin) duzeyini makzimize etmek ozgurlukleri maksimize etmekle; ozgurlukleri makzimize etmek ise secimleri makzimize etmekle mumkun olabilir.' Peki gercekten de 'daha fazla secim daha fazla ozgurluk, daha fazla ozgurluk daha fazla refah (tatmin)' mi demek? Schwartz'in bu konuda ciddi supheleri var. Haksiz da sayilmaz sanki?:)

Peki neden?

Secimler oldukca karar verme zorunlulugu hep olacak, burada sorun yok. Bunu hepimiz kabullendik ve dahasi, (zorunluluk olarak yazmam sizi yaniltmasin,) secebilme ozgurlugunu, opsiyonlarimiz olmasini aslinda hepimiz cok seviyoruz.
Sorun su ki, opsiyonlar arttikca, secim yapmak zorlasiyor, sonuc olarak karar verme sureci bir izdirap ve muammaya donusuyor. Sonuc: Onumuzde bircok yol olmasina ragmen en iyi yolu bulabilmek adina sonucta hicbir yola giremiyoruz, Bir sekilde bir yola girdigimizde de, uzerinde yuruyemedigimiz butun diger yollari dusunup elimizdekiyle daha az tatmin oluyoruz.

Bu durum size de tanidik gelmiyor mu? Bu teoriyi gunluk hayatimizdaki "acaba bugun ne giysem?" gibi onemsiz bir sorudan tutun, "acaba bu kisi dogru kisi mi?" gibi gayet onemli bir soruya kadar tum, alternatiflerin cok oldugu soru ve gorunurde sorunlar icin uygulayabilirsiniz. Sonucta yukarida yazdigim ve asagidaki videoda Barry Schwarts'in eglenceli ve akici uslubuyla dile getirdigi iki sonuca ulastiginizi goreceksiniz.

Aslinda hepimizin zaten bildigi bir gercegi, Schwartz oldukca yalin bir sekilde bir kere daha ortaya koyuyor. O da su: "The secret to happiness is low expectations." Aslinda ne kadar basit degil mi?:) Bununla birlikte bir kez beklentilerimizde bir basamak yukari ciktigimizda, geri adim atamiyoruz. Adimimizi kaldirdigimiz anda kul olan sihirli (ya da lanetli) bir merdivenin uzerindeyiz sanki. Yani bu, belki de icinde bulundugumuz sartlarin, karsilastigimiz olay/kisilerin ve yasadigimiz tecrubelerin dogal bir sonucu.

Yine de hayatimizdaki tum secimlerimizde gul bahcesi kissasini aklimizda bulundurmakta fayda var:)

Son olarak Schwartz'in konusmasinda soyledigi ve bence konusmasinin anafikrini teskil eden asagidaki cumle ile bitiriyorum:

There is no question that some choice is better than none, but it doesn't follow that that more choice is better than some choice.

Size iyi seyirler..Ayrica TedTalks'u yakindan takip etmenizi de tavsiye ederim. Ilgi cekici konu ve konuklari ile sizin de ilginizi cekecek bir konusma ile mutlaka karsilacaksiniz:)

1 Ekim 2010 Cuma

"Ne mutlu kalbine sen dusene, ve ne mutlu senin kalbine dusene"

Bazen etrafimiz soru isaretleri ile cevrili, gonullerimiz acabalarin agirligi altinda daralmisken, cevaplar hic ummadigimiz bir anda ve hic de ummadigimiz bir yerden geliverip, aklimizdaki bulutlari dagitabiliyor. Ardindan hava gunes acar mi bilinmez ama en azindan her yer bir anda daha aydinlik olabiliyor. Sonrasi Allah Kerim.

**
Bugun Fatih'te bir kursa Arapca dersi icin kaydolmaya gittim. Haftada 2 saat ozel ders ile ilerletmeyi planliyorum Arapcami. Bu arada ilk dersimiz bu Pazartesi oglen basliyor:)

Uskudar-Eminonu-Fatih rotasini izleyecegimden bir guzel yol arkadasi olan kitabimi da yanima aldim. Okurken Zuleyha'yi anladim, Zuleyha'yi dinledim; Zuleyha'yi okudum, kendimi anladim.

Zuleyha sabrinin Rab'den oldugunu bilmeden sabretti.

Ah bir bilseydi...O zaman da "susarak olmeyi degil, seyleyerek olmeyi sectim" diyecek miydi, sabrin imtihanin ta kendisini oldugunu, aslolana ulastiracak olan oldugunu bilmeyecek miydi?
Ah bir bilseydi...O zaman Hz. Yakub'un dedigi 'Bu halde bana dusen guzel bir sabirdir' demez miydi?

Dillendirildiginde ayni olmamasi yurekte hissedilenin, ve dahasi dillendirilmek istendiginde yetmemesi kelimelerin, hepsi sabra sabir gosterememizden belki de. Degil mi ki "Zuleyha, Yusuf'a bir mektup yazmaya baslayinca. Yusuf diye basladi, Yusuf diye bitirdi. Gordu ki hitaptan oteye gecemedi. Anladi ki askin namesinde ser-nameden ote kelam yok. Ve Zuleyha'nin lugatinde Yusuf'tan baska sozcuk yok."

**
Donuste bir simit alip, Eminonu Kadikoy iskelesinden motora bindim. Motorun hareket saatine 15 dk vardi, etrafima baktim. Tam karsimda Galata Kulesi..Kulenin alt pencerelerinden birinden beyaz bir isik geliyordu. -Zannedersem orada durbunle sehre bakiliyor, muhtemelen isik durbunun merceginden yansiyordu- Ama o durbun hep orada vardiysa da ben beyaz isigi ilk defa bugun gordum. Hangi vesileyle, ne icin ya da kim icin parladi bilmiyorum, zaten bu cok da onemli degil, sadece o anda okudugum kitap, hafif esen ruzgar, yemekte oldugum simit, ve Eminonu'nun o kendine has ugultusu, hepsi benim icindi sanki. Motor hareket saati 15:35'e kadar isik parladi, motor hareket etmeye baslamisti ki sondu, Galata Kulesi de geride kaldi.

(Alintilar: Yusuf ile Zuleyha, Nazan Bekiroglu)

Zuleyha'yi Anlamak..


Zuleyha'yi Zuleyha yapan Leyla'dan olan farkiydi, Sirin'den ve Asli'dan olan farkiydi. O, ne ugruna coller asilan, ne daglar delinen, ne de yanip kul olunan olmustu. Masukuna ulasma gayreti ve cilesi erkeklerin kaderi ve bahti olmustu. Onun bahtina dusense Yusuf'un gomlegini yirtmak olmustu. Zaten bu sebepten degil midir, cileyi ve gayreti cekene aski hak gormemiz ve dahi Zuleyha'ya hak vermemiz.

"Bir ben gibisi olmayacak aranizda..
Fethedilen degil fethe kalkisan olarak kalacak gecmis ve gelecek zamanlara adim.
Acim acinizdan,
gucum gucunuzden cunku daha fazla
ask benim hakkim."

Zuleyha once tereddut,

"Kossam dedi Yusuf'a, hic olmazsa.
Basaramadi. Basaramadiginin nedenini de bir turlu bulamadi. Neydi kendini tutan? Korku? Iyi ama dedi askim korkumdan buyuk degil mi?
Degildi! Zuleyha henuz korkusu askindan buyuk olan bir oykuydu."

Sonra sabir,

"Zuleyha'nin bir adi korku. Ama iste Zuleyha'nin obur adi askti. Her halde zamani vardi. Askin bir adi da sabirdi" ve "Zuleyha sabrinin Rab'den oldugunu bilmeden sabretti."

Ve en sonra da atesti. "Zuleyha ne kadar atesse, Yusuf o kadar iffetti."

"Tufandan kurtulmak icin kendi derinligine akan bir irmak gibi; akmasam sana olurdum Yusuf, aktim, yine oldum. Kendi olumumun seklini secmem ozgurlugumse susarak olmeyi degil, soyleyerek olmeyi sectim."

Zuleyha'yi anlamak, askin-asikin ve masukun kendini bulmasi ve bilmesi icin gecilmesi gereken safhalari anlamak demekti.

(alintilar: Yusuf ile Zuleyha, Nazan Bekiroglu)
*Secimler hep vardi.Her sey kaderde yazili olsa da -maktub-, oraya sen secimini yaptiktan sonra yazildi. Ve simdi sira sende, sadece soyle bana: YaZi mi yoksa TuRa mi?