12 Aralık 2009 Cumartesi

supermen...(Dino Merlin & Zeljko Joksimovic)

BOSNA'DA BAYRAM..


‘Yakınlaştıran’ demektir Kurban: kulu Rabbine yakınlaştıran, ve aynı zamanda kulu kula, kardeşi kardeşe yakınlaştıran, arada köprüler inşa eden, uzağı yakın eden…’Paylaşmak’ demektir Kurban: rızkı, sevgiyi ve de yaşanmış ya da halen yaşanılıyor olan acıları paylaşmak..

Kimse Yok Mu Derneği, bu Kurban Bayramında Bosnalı kardeşleri ile buluştu. Değerli bağışçıların kurbanlarını ihtiyaç sahiplerine dağıtmak, Bosnalı kardeşlerimizle sevinç ve üzüntülerini paylaşmak, onlara ‘Yalnız değilsiniz, kardeşleriniz burada,’ demek için Bosna’daydık.

Arefe Günü, Bosna Havaalanından başkent Saraybosna’ya inip, otele yerleştikten sonra, ilk Boşnak kahvemizi içmek üzere Saraybosna’nın merkezi olan Başçarşı’ya doğru hareket ettik.

Taşlı sokakları, sokakların iki yanında sıra sıra dizili küçük dükkan ve lokantaları, adım başı göğe yükselen minareleri ve ortasındaki ahşap oymalı sebili (Sebilj) ile Başçarşı’da yürürken, 21. yy’da değil, sanki 15. yy Osmanlı topraklarında yürüyor gibi hissediyor insan kendini. Vefa ve sadakatleri ile bilenen Bosna halkı, çok sevdikleri Osmanlı’nın mirasına sahip çıkmış, her türlü tahribe ve yağmaya karşı yine de onu ayakta tutmayı başarabilmişler.


Neler yoktu ki Başçarşı’da: Son savaş zamanı karargah olarak da kullanılan Moriça Han’da lokum ve kıtlama şeker eşliğinde içilen Boşnak Kahvesi, meşhur Boşnak böreği, şehrin doğusu ile batısı ve güneyi ile kuzeyini ayıran “Yavaş Akan Nehri” (Millijetska), I. Dünya Savaşı’nı tetikleyen, üzerinde Avusturya-Macaristan prensi Franz Ferdinand ve eşinin bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürüldüğü Hünkar Köprüsü, ve suyundan içenin ölmeden bir kez daha Bosna’ya geleceğine inanılan Sevda Çeşmesi’yle Başçarşı, Saraybosna’nın kalbi olmayı kesinlikle hak ediyordu.


Bayramın 1. Günü:

Ailelerinden uzakta geçirecekleri bu bayramın sabahında, Kimse Yok Mu ekibi, bayramı birbirleriyle bayramlaşıp, kucaklaşarak kutladılar.

Sonrasındaki durak, dağıtılacak olan kurbanların kesim alanıydı. Bağışçıların adlarının okunması ve dualar eşliğinde kurbanlar kesilip, dağıtım için hazırlandı. Bu hazırlıklar devam ederken, gönüllülerden bir grup da bir sonraki gün dağıtılacak olan kavurma için şehirdeki Türk Kolejinde etlerin doğranmasına yardımcı oldular.

Bayramın 2. Günü:

Bayramın 2. günü, onlarca Bosnalı aile gibi, bizim de ilk durağımız ülkenin dört bir yanına dağılmış olan şehitliklerden Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç’in de kabrinin bulunduğu Başçarşı Şehitliği idi.
Şehitliğe giden yol boyunca, farklı zamanlara ait iki şehitlik karşı karşıya uzanıyor: bir yanda bundan 500 yıl önce bu topraklara ezanı getiren Akıncıların mezarları, diğer yanda ise 500 yıl sonra bu ezanı korumak için son savaşta hayatını kaybeden şehitlerin mezarları..

Tıpkı üstad Yahya Kemal’in ‘Mohaç Türküsü’nde kaleme aldığı gibi:

“Bir bahçedeyiz şimdi şehitlerle beraber,
Bizler gibi ölmüş o yiğitlerle beraber.
Lakin kalacak doğduğumuz toprağa bizden
Şimşek gibi bir hatıra nal seslerimizden.”


Doğum ve ölüm yılları arası 30 yılı bile bulmayan onlarca şehit mezarının arasından, ekibimiz ülkenin ilk Cumhurbaşkanı, Bosna’nın kurucusu Aliya İzzetbegoviç’in de mezarını ziyaret ettiler. Rahmetli Cumhurbaşkanının tevazu ve idealizmi mezar taşında da kendini gösteriyordu: Allah’ın kulu (Abdullah) diye başlayan mezar taşı, Aliya’nın mücadelesinin de temelini oluşturan “Büyük Allah’a yemin olsun ki, bizler köle olmayacağız.” Sözü ile bitiyordu.


15. yy’da, Fatih Sultan Mehmet Han, Bosna’yı fethettiği zaman Osmanlı Devlet politikasının sonucu olarak bölge halkına dini serbestiyet getirir, ve bunu 1463 tarihli İnsan Hakları Ahidnamesi’nde de ferman buyurur.

Müslümanlığın doğasında olan ve Osmanlı’nın da büyük bir titizlikle tatbik ettiği bu hoşgörü ve yabancı gönüllerin fethedilmesinde, şüphesiz bayramlar da önemli bir vesiledir. Bu düsturdan, Bayramın 2. günü, Şehitlik ziyaretinin akabinde, Kimse Yok Mu gönüllüleri bu sefer Başçarşı’da din ve milliyet ayırt etmeksizin tüm Bosna Halkına kavurma dağıtımı organizasyonunu gerçekleştirdi.


***
Kavurma dağıtımının akabinde, Kimse Yok Mu gönülleri Saraybosna’daki Türk Koleji’nde düzenlenen konser programına davetliydi. Mehmet Bey’in şefliğinde Fatih Sultan Mehmet İlahi Gençlik Korosu Türkçe, Boşnakça, Farsça ve Arapça seslendirdikleri ilahileri ile dinleyenleri büyülediler. Programın doruk noktası ise, şüphesiz Bünyamin adındaki Bosnalı gencin Boşnakça ve Türkçe olarak okuduğu Bosna Şiiri‘ydi. “Tek vatanımın adı Bosna Hersek’tir/ Ve başka bir şey de olamaz,” mısralarıyla başlayan ve “Vatanımın annesi Türkiye’dir,” mısrasıyla biten duygu yüklü şiiri tüm salon ayakta alkışladı.

Bayramın 3. Günü:


Bayramın 3. günü Kimse Yok Mu gönüllüleri, hazırlanan kurban paketlerini belirlenen 70 Boşnak aileye ulaştırmak üzere Rogatica şehrine doğru yola koyuldu. Geleceğimizi haber alan ve farklı köylerden gelen Boşnak ailelerle İBB iştiraklerinden Kiptaş A.Ş.’nin şehirde yaptırdığı Rogatica Camii’nde gerçekleştirilen tanışma ve bayramlaşma sonrasında, ekibimiz, küçük gruplara ayrılarak farklı Boşnak köylerine gittiler.


7 yıldan beri ilk defa köylerine misafir geldiğini söyleyerek, bizi evlerine büyük bir mutlulukla davet eden Boşnak teyze ve amcalar, bizi birbirinden lezzetli baklava, meyve şerbeti ve kahvelerle ağırladılar. Belki de kimsenin gelmeyeceğini bilmelerine rağmen, bayramın ruhunu yaşatmak adına yaptıkları ve biz gelene kadar bozulmamış olan baklava tepsileri Boşnak misafirperverliğini ve bayramlara gösterdikleri önemi sergiler gibiydi.


Bosna’da, Boşnak köylerinde, Türkler özlenendi, beklenendi. “Türkler geldi,” diye karşılıyorlardı bizi: “120 yıl önce bıraktığınız topraklara geri geldiniz, geleceğinizi biliyorduk, hoş geldiniz,” diyorlardı. Bir başkaydı bayram Bosna’da. Zamanın ve yolların ayırdığı ama gönüllerin hiç ayrılmadığı Bosnalı kardeşlerimizle vuslatımızdı bayram. Akan mutluluk gözyaşlarının ardında samimi bir kucaklaşmaydı, ikram edilen bir fincan kahve, öpülüp başa konan bir el, ve “yine gelin,” temennisiydi. Bosna’da bayram unutulmayacak olandı.


Bayramın 4. Günü:


Kurban dağıtım organizasyonunu tamamlayan Kimse Yok Mu ekibinin, Bosna’ya veda etmeden önceki son durağı, ülkenin güneyinde yer alan ve ülkenin sembolü olan tarihi köprüsü ile bilinen Mostar şehriydi. ’93 yılında Hırvatların 7 nokta atışı ile yıktıkları Mostar Köprüsü’nün apayrı bir yeri vardı şüphesiz Boşnakların yüreklerinde. Köprünün yıkılması ile asıl amaçlanan, savaş zamanı Boşnakların en değerli silahları olan ümitlerini yıkmaktı. Oysa ki bu yıkım, tam tersi bir etki yaratacaktı. Onlar, “Büyük Allah’a yemin olsun ki, bizler köleler olmayacağız,” diyen bir liderin çocuklarıydılar. Avrupa’nın ortasında bir başlarına da kalsalar; ümitleri, inançları ve bitmek bilmeyen azimleriydi onları ayakta tutan ve zaferin önünü açan. “93’ü unutma!” yazılı taşlarıyla da işte tam bunu anlatıyorlardı. Nereden geldiğini ve daha da önemlisi nereye gitmesi gerektiğini bilen mütevazi ama mağrur, başı dik bir Bosna vardı Mostar’da.


Mostar yolu üzerinde uğradığımız Blagaj’daki huzur diyarı Alperenler Tekkesi, savaş zamanı sniperların kurşunlarından kaçabilmek için yapılan Tünel ve şu an AB tarafından sit alanı ilan edilip, savaşta bombalanmaktan son anda kurtulan 38 haneli son Osmanlı Köyü, Poçitelj ziyareti ile Bosna turunu tamamlayan Kimse Yok Mu gönüllüleri, kulaklarında Fatih Sultan Mehmed Han’ın “Ey Şehr-i Bosna, gün olur buradan gider isek, sana namert eli değmesin” sözü, ve yüreklerinde uzun yıllar boyunca yalnız kalan, yalnız bırakılan Bosnalı kardeşleri için bundan sonrasında hasret değil, vuslat olabilme temennisiyle azmin, sadakatin ve tevazunun diyarı Bosna’ya bir sonraki buluşmaya kadar veda ettiler.


Artık çocukların şeker toplamak için bile kapımızı çalmadığı günümüz bayramlarında, Bosna'da bu Bayram, bayramın ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini hatırlattı aslında bize. Dünyanın 4 bir yanında sarılıp bayramlaşmayı, bir dilim baklava, bir fincan kahve ikram etmeyi, "Hoşgeldiniz" demeyi bekleyen o kadar çok kardeşimiz var ki..

Bayramlarınızın bayram tadında geçmesi temennisiyle..

BOSNA ŞİİRİ...

Bosna’ydı gördüğüm rüyamda,
Dağları, ormanları, ırmaklarıyla
Benim de vatanımdı o.
Gözüyaşlı, yüzü mütebessim Tetka ve Micolarıyla

Benim de vatanımdı.

Yaralıydı gördüğüm Bosna rüyamda,
Yaraları henüz kabuk bağlamamış.
Yaralı ama mağrurdu gördüğüm Bosna rüyamda,
Zalimin zulmünde düşmüş olsa da bedenleri,
Düşmemişti öne başları;
Yıkılmış olsa da minareleri,
Susmamıştı ezanları.

Bosna’ydı gördüğüm rüyamda,
Siyahların arasında göğe yükselen bembeyaz şehitlikleriyle
Benim de vatanımdı o.
“Onlara ölü demeyiniz” ayeti ile başlayıp, Fatiha ile bitiyordu mezar taşları.
Doğum ve ölüm yılları arasında 30 yıl bile olmayan şehitleri
Benim de abim, benim de kardeşimdi.
Başlarında sessizce döktükleri gözyaşları ile
Benim de annem, benim de babamdı onlar.

Acıları vardı benim gördüğüm Bosna’nın.
Ama bir de umutları.
Öyle bir umut ki, sönmeyen ateşleri söndüren,
Külleri yeniden alevlendiren.
Küllerinden doğan bir Bosnaydı gördüğüm rüyamda.
Dizleri üzerinde doğrulurken,
Minarelerinden sancaklar dalgalanan.
Herkesin yüzü Avrupa’ya dönükken,
Yüzleri Osmanlı torunlarına dönük olan.

Bir Türkiye vardı rüyamda.
120 yıl önce bıraktığı kardeşine kucak açan,
Ona omuz veren, destek çıkan, umut veren.
Ve artık hiç yalnız bırakmayan.

Bir dua vardı rüyamda,
“Türkler geri gelecek” diyordu,
“Türkler geri gelecek”
Uzun süren bir uykudan uyanır gibi gelecek.

Bosna’ydı gördüğüm,
Ve rüya da değildi tüm gördüklerim.

(V.Ö., 2009)

21 Kasım 2009 Cumartesi

cravans..(by vanessa mae)

bu sesi dinlemekten hiç bıkar mıyım, bilmiyorum..huzur dolu:)

7 Kasım 2009 Cumartesi

bir cumartesi dinletisi: özdemir erdoğan

İBB Kültürel ve Sosyal İlişkiler Daire Başkanlığı Kültür Müdürlüğü zengin bir program sunuyor her ay ilgilisine. bu programda neler yok ki: sergiler, sinema gösterimleri, söyleşiler, konserler, oyunlar daha birçokları..

Kasım programı kapsamında bu akşam saat 20.00'de Bağlarbaşı Kültür Merkezi'nde Özdemir Erdoğan konseri vardı. Yaklaşık iki saat süren konserde Erdoğan en bilinen, hitleşmiş eserlerini 4 kişilik orkestrası eşliğinde icra etti: Vurmalılarda elime doğdu dediği Murat Bey, gitarda oğlu Mehmetcan Erdoğan, kanunda Ali Elikan ve klarnette Aydın Bey. (soyadlarını yakalayamadığım iki sanatçımızı ismen yazabiliyorum.)

Az ama öz bir program hazırlamış Özdemir Erdoğan. Hani tadı damakta bırakan cinsten. Bu şarkılardan birkaçı: Çal Gitar, bestesi Suat Sayın'a ait olan Gündüzüm Seninle,

Bana ellerini ver,

Uzun İnce Bir Yoldayım,

Ah bir ataş ver,

ve kapanışta tabii ki İkinci Bahar:)

Kültür ve Sanat etkinlikleri hergün farklı kültür merkezlerinde farklı programlar izleyicisi ile buluşmaya devam ediyor. sizi anlatan bir program mutlaka bulacaksınız. merkezlerden bir program temin etmenizi tavsiye ederim.

iyi pazarlar..

28 Ekim 2009 Çarşamba

karanfil..

Leylaklar soldu, sümbül sarardı
Bülbül ötmez oldu, güller ağladı
Geride bir tek karanfil kaldı
Elimde bir tek karanfil kaldı


Krizantem çiçegi dalından düştü
Papatya falların eline düştü
Geride bir tek karanfil kaldı
Elimde bir tek karanfil kaldı


Balkonlardan çoktan kalktı menekşe
Laleyi sorarsan devri kapandı
Geride bir tek karanfil kaldı
Elimde bir tek karanfil kaldı (Ahmet Süt)


aslında ben hep ayrı bir muhabbet duydum karanfile. ve nedendir bilinmez hep olması gerektiğinden daha az değer verildiği gibi bir his barındırmışımdır içimde bu canım çiçeğe karşı. öyle ya siz hiç bir demet karanfille sevdiğine ilan-ı aşk eden sevgili görüdünüz mü? aşkın derinliğinin simgesi olarak gül, masumiyetinin ve sadeliğinin simgesi olarak papatya geliverir insanın aklına. oysa karanfildir bence her ikisini aynı gövdede barındıran: pervasızca coşkulu ama bir o kadar da samimi bir mütevaziliği vardır karanfilin. ulaşılmaz değildir gül gibi, aslında köşedeki sokak çiçekçisinden demetini 5 liraya bile kapatıverirsiniz. ondan dolayıdır zaten seçim zamanı en çok alınıp, halka dağıtılan çiçek olması:) biraz da bundandır belki de hakkının yenildiğini düşünmem. papatyanınki gibi bir iddiası da yoktur üstelik, söylemez kimseye sevilip ya da mazAllah sevilmediğini. haddini bilir karanfil, ama dilinden insanın yüreğini acıtan bir anlam da dökülmez. genelde susar karanfil, gel gör ki suskunluğu çok şeyler anlatır, tabii anlayana.

ebru yapmaya başladığımda en çok karanfil yapmayı sevdiğimi anlamam bu yüzden beni hiç şaşırtmadı, haklıymışım dedim kendi kendime. gerçekten seviyorum ben karanfili. sevgim gerçek ve samimi, tıpki karanfilin kendisi gibi. sonra rengarenk karanfiller yaptım, birgün belki de kendi karanfil sergimi açıp, teşekkür edeceğim karanfile bana tüm hissettirdikleri için.

ha bir de, geçen gün mustafa cecelinin yeni şarkısını dinledim, sözlerine çok dikkat etmemiştim ama ısınıvermişti içim bu şarkıya birden..sonra öğrendim ki şarkının adı....karanfil imiş:)

ne de hoş bir tesadüf değil mi?:)

3 Ekim 2009 Cumartesi

odamın diğer yarısı..

bu gece son kez odam %100 olacak. yarından itibarense yarım kalacak.

eve dönünce odamın ışığı yanık olmayacak.

odama ilk adımımı atar atmaz çalışma masasının üzerinde msn'i açık bir laptop, yanında hafiften demli bir çay ve bana çevrilmiş bir çift göz görmeyeceğim.

her gece yarın işe ne giysem diye sorduğumda sorum havada asılı kalacak. dolabımla bakışacağız sadece. zaten o da artık %50.

odamdaki küçük dostlarımız da %50. çakır bakan kutup köpekçiği, yanında mini faresi olan minicik kedi yok artık. sadece odanın diğer yarısındaki kocaman ayı kaldı, ona her zaman benimkinin iri kötü bir taklidi olduğu için biraz sinir olsam da onu da özleyeceğim gidince. küçük şefşefim artık kime sarılıp uyayacak o da bilmiyor, o da biraz şaşkın neden dostları teker teker azalıyor diye. ona henüz söylemedim. belki yarın söylerim, bilmiyorum.

odamdaki çekmecenin 2. sırası da boşaldı. aman olsun, artık rahat rahat yayılırım oraya da..bi şekilde tamamlarım belki onu, belki kandırır gönlünü alırım bi şekilde. inanır mı bana, kanar bu oyunuma..

bu gece son kez odam %100 olacak. yarından itibarense yarım kalacak.

odamın öbür yarısındaki yatak bilmem bir daha ne zaman bozulacak. misafir gelirse kullanır belki onu. ama aynı yatak olmaz o zaman da..ben gittiğimde de aynı olmamıştır herhalde benim yatağım.

odamın öbür yarısındaki yatağın ucunda bir çift terlik de olmayacak artık. üzerine çıkarılmış çoraplar da:) oysa aklıma estikçe her birini farklı yerlere saklamak çok eğlenceli oluyordu.

bu gece son kez odam %100 olacak. yarından itibarense yarım kalacak. odam yarım kalacak olsa da yeni odalar katılacak aslında hayatımıza..hem başka bir evde bir odam daha oldu, fena mı? içinde yatağım bile olacak. herkes talip o odaya ama kardeş kontenjanından ben ilk sırada olmayı hakediyorum bence:)

bu gece son kez odam %100 olacak ve yarın ablamın en mutlu günü. bir ömür boyu da mutlu olur inş.

her ne kadar çok uzağa gitmesen de odamız ve ben seni özleyeceğiz. bi de şefşef ve diğerleri de tabii..

kardeşin..

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Küçücük Gemi---yeni yaşıma ithafen...:)

Ah, küçücük gemi, sulara attın şimdi kendini, delisin
Ah, yakarlar seni, dönmezsin bir daha geri, delisin
Ah, peşimde rüzgâr, ne yağmurlar dost ne bir kıyı var, deliyim
Ah, düşlerim kaldı, yalnızım düşlerim kaldı, deliyim

**Kendime, yeni yaşıma ithaf ettim bu şarkıyı..
Ama yok alakası hayatıma yeni bir rakamın dahil olmasıyla..
26 güzel bir rakam, dahası çok umut dolu:)
Bu şarkıyı ithaf ettim kendime,
Sözlerinden çok müziği alıp götürdüğü için beni..
Yeni yaşıma gireceğim ve kendimle başbaşa kutladığım bu ilk dakikalarda,
O deli "küçücük gemi"ye özendim, işte ondan:)

Kime sorsam dönüşüm yok
Nereye gitsem mavi
Yelkenimde deli rüzgâr
Her yanım tuz, deliyim

**Her gidişin vardır elbette bir dönüşü,
Ya da her dönüşün yeniden bir gidişi,
Yeter ki başımız dik, yüreğimiz huzur dolu, yelkenlerimiz rüzgar dolu olsun,
Yoksa kim baki ki bu dünyada,
Gitmek de güzel yeni suların keşfi hayaliyle, dönmek de güzel yeni bir başlangıç hevesiyle..

Ah, yaralı kalbin, yanıp gidecek yaralı kalbin, delisin
Ah, küçücük gemi, dönmezsin bir daha geri, delisin
Ah, deniz olayım, tuzumu rüzgârda savurayım, deliyim
Ah, ne yelken ne yel, köpüklerde kaybolayım, deliyim

**Bir akşam vakti tanımadığım yüzlerce yüz arasında Times'a uzanmak,
Kendi sessizliği içinde çoğalmak,
Ama her halükarda bir kez daha yaşamın tadına varmak,
Ne yelken ne yel, köpüklerde kaybolmak...

Kime sorsam dönüşüm yok
Her gemi biraz deniz
Her yanım mavi, her yanım yel
Her yanım tuz
Deliyim

**Biraz da deli olmak
İlla ki deli olmak:)
Dönüş limanı pusulamda nihai yönümken,
Küçücük gemimde uçsuz ummanlara yelken açmak..
:)Yeni yaşımı şimdiden çok sevdim...

28 Haziran 2009 Pazar

"Acaba koyun çiçeği yedi mi, yemedi mi?"

Onunla çok geç, çok geç tanıştım...

Hani bazı şeyler vardır, hiç tanımasanız, hiç bilmeseniz bile sizin için özeldirler, özel oldukları için zaten, hep tanışmanızın da özel olması gerektiğine inanırsınız..Mesela bende Kız Kulesi'nin böyle bir etkisi vardır laf aramızda..Boynunda atkısı ve altın bukleleriyle "Le Petit Prince"in de öyle...

Onu bugün tanıdım..Geç diyorum ama Küçük Prens'le bugün tanıştığımı söylediğim büyükler bu şekilde tepki verirlerdi, "Daha önce okumamış mıydın??" Oysa bunu o duysa, bu düşünceyi saçma bulurdu ve muhtemelen de "şu büyükler ne kadar da tuhaf," derdi, "olmamış bir şeye üzülmek saçma, olmuş olana hayıflanmak ise yersiz."

***
"Büyükler kendi başlarına hiçbir şeyi anlayamıyor, çocuklar ise aynı şeyin tekrar tekrar anlatılmasından sıkılıyorlardı." -bölüm 1-
***

Antoine Saint-Exupery'nin kalemiyle canlanan ve okuyan kişinin dünyasına/Dünyasına hoş gelen Küçük Prens'i bugün tanıdım..İlkokul ya da ortaokulda müfredetta okutulan kitaplar arasında değildi, o yüzden o yaşlarda okumamıştım, ama muhtemelen o zaman okusam şu an hissettiklerimden farklı hislerle dolu olurdum. Ne hissederdim merak ettim şimdi, hayallerin daha bir uçsuz bucaksız olduğu çocuk zihnimden neler geçerdi, kalbimi nasıl ya da ne kadar titreterdi acaba? belki de kitabı okuduktan sonra bir kitap daha bitirmiş olmamın verdiği mutluluk ve gururla arka bahçeye bisiklet binmeye, ya da kantinin önündeki dar alanda yakantop oynamaya giderim, belki de alıç ağacının dallarına doğru atılan taşların ardından pıtır pıtır yerlere dökülen alıçları toplamaya giderdim. Kimbilir...Bunu bilebilmem için artık çok geç.. (burada çok geç diyebilirim sanırım, bunu Küçük Prens de onaylardı)

Küçük Prens'i bugün tanıdım, ve iyi ki de tanımışım...Bir solukta okudum 27 bölümde yazarın anlattıklarını...Okurken "Büyüklere" hem çok güldüm, hem kızdım, biraz da onlardan olmadığım için içim rahatladı..henüz değil, henüz onlar gibi değilim, ve umarım hiçbir zaman da olmam..

***
"Onlar şekillerden hoşlanırlar. Onlara yeni tanıştığınız bir arkadaştan bahsetseniz, asla en önemli soruları sormazlar. Size arkadaşınızın sesinin nasıl olduğunu, hangi oyunları tercih ettiğini, ya da kelebek koleksiyonu yapıp yapmadığını hiçbir zaman sormazlar. “ Kaç yaşında? Kaç kardeşi var? Babası kaç lira kazanıyor? “ gibi şeyler sorarlar. Ancak bunları bildiklerinde onu tanımaya başladıklarını düşünürler."

"Onlara “ Pembe tuğlalardan yapılmış bir ev gördüm, pencerelerinin kenarında sardunyalar, çatısında güvercinler vardı” diyecek olsanız, böyle bir evi hayal edemezler bile. Onlara “ Yüz bin dolar değerinde bir ev gördüm “ demeniz gerekir. O zaman “ Ah, ne kadar güzel bir ev! “ diyeceklerdir." -bölüm 4-
***

Kitabı okurken, yazarın dünyamıza, insanların hayatlarına dair acıtmadan iğneleyen sözlerinin ne kadar da doğru olduğunu düşünüp şaşırmadan edemiyor okur. Kocaman bir gezegenimiz, gezegenimizde milyonlarca gül, tilki, yıldız, kuyu, dağ, koyun ve Küçük Prens'in tanık olmadığı daha nicesi var..Oysa biz kendimizle, kendi o hiç bitmeyen "önemli işlerimizle" o kadar meşgulüz ki, birilerine hükmediyor olmakla, birilerini kendimize hayran bırakmaya çalışmakla, bir şeyleri unutmaya çalışmakla, şemalar çizmek ve bir şeylere sahip olmakla o kadar meşgulüz ki....koyunun çiçeği yiyip yememesi gibi önemli bir konu bile bize önemsiz gelebiliyor..

***
"Ve evrende başka hiçbir gezegende yetişmediğini bildiğim bir çiçeğim varsa ve küçük bir koyun onu bir sabah, ben fark etmeden, tek bir ısırıkta yok ederse, bu önemsiz bir şey midir? " -bölüm 4-
***
Küçük Prens'i bugün tanıdım, ama iyi ki tanımışım..Genelde birçok insana basit ya da olağan gelen şeylerden mutlu olabiliyorum, bununla mutlu olabilmek bile bazen beni başlı başına mutlu edebiliyor üstelik:) -düşününce şimdi yine mutlu oldum:P- Küçük Prens'in dünyanın tozu ve kiri ile kirlenmemiş "dünyası" okura kendi içinde bulunduğu dünyasında farklı bir kapı açıyor sanki..bu gece yıldızlara bakarken gülümsersem şaşırmayacağım mesela, biri bana neden gülümsediği sorarsa da belki de "yıldızlar beni hep gülümsetir" diyeceğim, ve Küçük Prens bana da kötü bir oyun oynamış olacak..

***
"“Geceleri yıldızları izlersin. Benim yaşadığım yerde her şey o kadar küçük ki, sana gezegenimi gösterebilmem imkansız. Ama böylesi daha iyi. Çünkü içlerinden birinde benim yaşadığımı bileceksin. Hepsini seveceksin. Hepsi senin dostun olacak. Ve sana bir hediyem var...”

Bir kez daha güldü.

“Ah, küçük prens! Benim sevgili küçük prensim. Gülüşünü duymak çok güzel!”

“Aslında benim hediyemdi bu... tıpkı su için olduğu gibi.”

“Anlamıyorum...

“Yıldızlar, başka başka insanlara farklı şeyler ifade ederler. Bazıları için sadece gökyüzünde titreyen ışıklardır. Yolcular içinse, bir rehberdirler. Bilim adamları için fikir kaynağıdırlar. Şu benim iş adamı içinse zenginlik. Ama herkes için sessizdirler. Sen hariç...”

“Ne demek bu?”

“Geceleri gökyüzüne baktığında, yıldızlardan birinde benim yaşadığımı ve orada gülüyor olduğumu bileceksin. Bu yüzden sana sanki bütün yıldızlar gülüyormuş gibi gelecek. Bütün dünyada yalnızca senin gülen yıldızların olacak.“

Ve bunu söyledikten sonra yine güldü.

“Ve üzüntün geçtiğinde – çünkü zaman bütün acıları iyileştirir- beni tanıdığına memnun olacaksın. Daima benim dostum olarak kalacaksın. Benimle birlikte gülmek isteyeceksin. Be zaman zaman, sadece bunun için gidip pencereyi açacaksın... Gökyüzüne bakarken güldüğünü gören arkadaşların buna çok şaşıracaklar. Sen de onlara: “Ah, evet, yıldızlar beni hep güldürürler” diyeceksin. Onlar da senin deli olduğunu düşünecekler. Görüyorsun, sana ne kadar kötü bir oyun oynadım...”

Ve bir kez daha güldü." -bölüm 26-
***

Seni geç tanımış olabilirim ama seni tanıdığıma ben de çok memnun oldum Küçük Prens..Umarım çiçeğin iyidir, ve umarım yazarın iplerini çizmeyi unuttuğu ağızlık için bir alternatif bulmuşsundur küçük gezgeninde...ve yazarın kitabın sonunda okurlarından rica ettiği gibi bir gün yolum Sahara Çölü'ne düşerse, senin geldiğin ve geldiğin gibi ortadan kaybolduğu o yeri bulabilirsem seni düşünüp, mutlu olacağım..Şimdi seni tanıdım, belki o zaman seninle tanışırım bile..Kimbilir..

Hepimizin kendi Küçük Prenslerimizle tanışabilmemiz temennisiyle..

Dolu yağıyor dolu da başıma tane tane:)

Geçtiğimiz günlerden bu yana canım ülkemin farklı farklı illerini etkisi altına alan dolu, şehr-i İstanbul'u da es gemedi, biraz önce başlayan dolu 15 dakika boyunca devam etti. Neyse ki buraya düşenler ceviz büyüklüğünde değildi:)

Özellikle yazın gelen yağıştan sonraki toprak kokusunu çok seviyorum...bahar temizliği gibi, havanın kirini, pasını, tozunu alıyorlar sanki--sonrasında bir duruluk, berraklık...tam insanın içine çekilesi....
********

parmaklardan dökülen sözler...

Ta küçüklüğümden beri, işaret diline, onu öğrenmeye, ve "konuşabilmeye" karşı ayrı bir ilgim oldu. Bu hayalimi hayata geçirebilmek internette yaptığım amatör araştırmalar dışında pek nasip olmadı, ama hala vazgeçmiş de değilim. Bu eğitimi profesyonel olarak alabileceğim kursları araştırmıştım zamanında, ama benim bulabildiğim ya da bulamadığım kadarıyla, fazla miktarda kurs da pek mevcut değildi.

Ama dedim ya insan hayallerini zaman zaman nadasa bırakıyorsa da tamamen vazgeçemiyor, bir gün geliyor, olmadık bir anda bir yerden bir alev çakıyor beyninizde ve aklınıza düşüveriyor yine kadim hayaliniz, sonra yine aynı heves, aşk ve şevk başlıyor..işaret dilini öğrenmekle ben de bu döngü içerisindeyim anlayacağınız..Geçen gün resimlerle kendimi/hayallerimi/yaptıklarımı anlattığım "yazım"da hayallerimi düşünürken, birden o alev yine çaktı beynimde..dün de yeni bir site keşfettim: http://www.turkisaretdili.com/ İsmine bakıldığında googleda ilk bakılması gereken site gibi gelebilir, ama daha önceki araştırmalarımda --ki en az birkaç sene öncesine dayanıyor bu--bu siteyle karşılaşmamıştım sanki, nasıl olur diye sormayın:) olmuş işte..

Velhasılı, geç olsun güç olmasın hesabı, şimdi bu siteden kelime çalışıyorum yine kendi çapımda, ama en yakın zamanda bu işi profesyonlece öğrenebileceğim bir kursa da başlamak istiyorum. İsmek'in verdiğini biliyorum..Kursun sadece engeli öğrencilere açık olduğunu duymştum ama detayı ile ilgili email attım, bakalım sonucu ne olacak..

Bu arada da dün yukarıda belirttiğim sitede A,B,C harflerinden seçilen kelimleri bitirdim, bugün kendimi sınav bile yaptım:) bir aya kadar tüm alfabeyi bitirebilmeyi ümit ediyorum..Bakalım, başlamak bitirmenin yarısı derler ne de olsa:)

Hepimize en yakın zamanda hayallerimizi yaptıklarımız arasına katabilmemiz temennisiyle...

25 Haziran 2009 Perşembe

Hoşgeldin Ya Şehr-i Recep...

Ramazan'ın habercisi, Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in "Allah'ın ayı"* olarak nitelendirdiği mübarek Recep ayı ile üç aylarla şükürler olsun bu sene de müşerref olmuş olduk..Bugün Regaib Kandili, yani Receb'in ilk Cuma gecesi...

*Recep Allah'ın ayıdır, Şaban benim ayımdır, Ramazan ise ümmetimin ayıdır

Resulullah (sav) buyurdular ki: "Beş gece vardır ki, onlarda yapılan dualar geri dönmez, kabul olunur: Receb'in ilk gecesi, Şâban yarısı gecesi, Cuma gecesi, Ramazan Bayramı gecesi, Kurban Bayramı gecesi."

Rabbim, cümlemizi bu geceyi ve mübarek üç ayların hakkını verebilenlerden eylesin inş...

Regaib kandilinizi kutlar, güzel başlangıçlara ve hayırlara vesile olmasını temenni ederim..

selamlar...

20 Haziran 2009 Cumartesi

donna donna...



**özgürlüğünün kıymetini bilenlere ithafen..**

Bu şarkıyı ilk defaa geçen hafta yayınlanan "Bir Şarkısın Sen" adlı programda duydum, duyduğumdan beri de dilime dolandı..İnsanın içinde bir yerlere dokunan, hem hüzünlendiren hem de garip bir şekilde huzur veren bir şarkı kesinlikle..

Şarkının tarihine bakacak olarsak, şarkının sözleri her ikisi de Yahudi olan Aaron Zeitlin, müziği ise Sholom Secunda'ya ait. Zaten şarkının orijinali de Yiddish dilinde : "Dana Dana" Şarkı 1940 yılında "Esterke" adlı müzikal için yazılmış, yani Nazi Almanya'sı döneminde..

Şarkının aşağıda Joan Baez tarafından 1960 yılında söylenen ingilizce versiyonundaki sözlerinden de görülebileceği üzere, hikayesi tren vagonunun üzerinde gökyüzüne doğru umarsızca kanat çırpan kırlangıcın özürlüğüne imrenen bir buzağının hikayesini anlatmakta..

Zaten bu tüm "yularlar"dan kurtulmaya çalışma/ya da hiç değilse bunun hayalini olsun kurma, kısaca özgürlüğe yaptığı bu vurgu nedeniyle, şarkı Güney Kore'de komünist şarkı yaftasıyla yasaklanmış.


Şarkı 1960 yılında Joan Baez tarafından seslendirilmiş olup, günümüze kadar o dönemin hippileriyle, nam-ı diğer "Çiçek Çocuklar"la en az o çok meşhur Vosvosları kadar özdeşleştirilmektedir.

Kaynak: Wikipedia

Komün hayatını savunan ve her türlü siyasi/dini/sosyal yetkiye başkaldıran bu "Çiçek Çocuklar"ın çiçeklere yakışmayacak şekilde ahlaki çöküntü içinde yaşamlarını sürdürmüş ve çoğunun da bu çöküntü içinde ya intihar ya da uyuşturudan hayatlarını kaybetmiş olmaları özgürlüğünün tanımı ve kelime anlamıyla tezatlık oluştursa da "sınırları"nın sorgulanması gereğini de ortaya çıkarmakta aslına bakılırsa..

İngilizce versiyonunu dinlemek isteyenler için, buyrun, Joan Baez'in sesinden "Donna Donna":

Link: Joan Baez Donna Donna

who am i?:)

hayat bulanlar ve hayalimdekilerle ben..




*Secimler hep vardi.Her sey kaderde yazili olsa da -maktub-, oraya sen secimini yaptiktan sonra yazildi. Ve simdi sira sende, sadece soyle bana: YaZi mi yoksa TuRa mi?